21 Ekim 2013 Pazartesi

Antalya civarlari...

Bayram tatilini degerlendirmek amaciyla guneye gittik.

Yilmaz Sevgul'un, yazim asamasinda epey fikir alisverisi yaptigimiz "Antalya Geleneksel Kaya Tirmanis Rehberi"indeki bolge, kaya ve rotalari gormek, denemek benim icin farz olmustu ve seyahatimizin asil amaci buydu. Ancak toplam dokuz gunluk tatilin ancak dort gununde tirmanabildik.  Bu kisa sure de, arkadaslarin sicakligiyla agirlasti ve araya giren bir yagisli gun de tuz biber oldu, tembellestik.

Biraz Olimpos, biraz Geyikbayiri derken zaman cabuk gecti.

Buna ragmen ilk kez tirmanma firsati buldugum Geyikbayiri'ni gormek ve eski yeni bircok arkadasla sohbet imkani yakalamak cok guzeldi. Umarim yine gidebilir, bu guzel kayalarda tekrar tirmanabiliriz.

10 Ekim 2013 Perşembe

Sene '81, Yas 15...

Sevgili abimin 1981 yilinda, daha 15 yasindayken ulastigi Erciyes zirvesinde not düştüğü defter sayfasının bir kopyası gecti elime. Sevgili Nuri Palta'ya bunun icin ozel bir tesekkur sunuyorum.

Bu notu bulmak cok hos bir tesaduf oldu. Ara ara yazdigim ama yazma isinde bir turlu istim tutturamadigim yasanmislik ve anilarimdan, konuyla direkt baglantili baslangic bolumunu musadenizle burada sizlerle paylasacagim. Bu not ve hikayesi, benim 5 yasindayken dagciliga ilgi duymamın sebebidir.

Sen bugun artik tirmanmiyor olsan da, senin sayende ben tirmaniyorum. Tesekkur ederim abi!



"...Seksenli yıllarda, Kayseri’de sıcak bir yaz günüydü. Net tarihi ya da o zaman  kaç yaşında olduğumu hatırlamıyorum ama o güne dair aklımda kalan en önemli detay, üzerindeki jean şortu, kırmızı renkli polo yaka tişörtü, güneşten esmerleşmiş bacakları, beyaz tenis çorapları ve normalde kışın şehir kullanımı için olan, tozlanmış, kahverengi süet botları ile abim Tahir’di.

Abim ile aramızda on yaş fark vardı ve küçükken onu anlamakta zaman zaman güçlük çekerdim. İşte o gün de, onu anlayamadığım günlerden biriydi. Çünkü, ortalığı kavuran böylesine sıcak bir günde, iki arkadaşı ile birlikte bizim bodruma girmişler ve ellerindeki çuvallara odun dolduruyorlardı. Bu sıcakta bu kadar odunu ne yapacaklarını sorduğumda, kampa gidecekleri yerde ateş yakmak için hiç odun bulunmadığını ve çok yüksek olduğundan geceleri çok soğuk olduğunu söylediler. Sorularımı uzatmadım ve bahçeye dönüp küçük havuzumuza atlayıverdim. Böylesine sıcak bir yaz gününde yapılabilecek daha güzel ne olabilirdi ki?

Benim o yaşlarda kiraz ağacından yay, sazlardan ok yapmak, kertenkele yakalayıp ameliyat etmek, ve… mmmm… annemlerin yatağını çakmakla ateşe vermek gibi gayet bilimsel (!) ve araştırmaya yönelik çalışmalarım varken, abimin Türkiye Dağcılık Federasyonu’nun eğitimine katılmak için bir haftalığına Erciyes Dağı’na gitmesi bende pek de bir hayranlık yaratmamıştı doğrusu. Evet, bahçemizden hatta odamızın penceresinden bütün netliği ile görebildiğim o koca şey, yakışıklı görüntüsü, tüm Kayseri’yi koruyup kollar hali ve üzerinde yaz boyu kar bulundurma marifetiyle çok da sıkıcı sayılmazdı benim için. Ama yine de fazlaca bir ilgi yaratmamıştı bende işte.

Ta ki Tahir bir hafta sonra dönüp, her zaman yaptığı gibi kanepeye kaykılıp beni kucağına oturtarak Erciyes’te geçirdiği o bir haftayı anlatmaya başlayana kadar!

Yüzü yanmış, kararmış, alnı ve burnu kuruyup soyulmuş, etli dudakları çatlamıştı. Bu halinden önce biraz korkmuş ama gözlerinin pırıl pırıl parladığını görünce rahatlamış ve çok meraklanmıştım. Ilk beş gün boyunca aldıkları eğitimde, Koç Dağı üzerindeki Antrenman Kayalıkları üzerinden ipi vücutlarına dolayarak yaptıkları inişleri, buzda kaymamak için ayakkabılarının altına bağladıkları kramponları, gece çadırda nasıl yattıklarını, kazma kullanmayı nasıl öğrendiklerini ve ne harika insanlar tanıdığını anlattı. Bu müthiş macera çok ilgimi çekmişti ama asıl son iki günde yaptıkları zirve tırmanışını, Şeytan Deresi’ni çıkarken düşen bir kadının nasıl kontrolsüzce kaymaya başladığını, eğitmenlerden birinin peşinden atlayarak onu nasıl tuttuğunu, Hörgüç Kaya’nın şeklini ve üzerinden nasıl aştıklarını, zirveye nasıl ulaştıklarını, üzerine çıktıkları bulutları, tarifsiz manzarayı ve bu güzellikleri paylaştığı arkadaşlarıyla aralarında oluşan duygusal bağı anlattığında ben, o yıllarda kovboy filmlerinin ve Tarkan çizgi romanının müptelası olan sarışın küçük çocuk, sıcak bir yaz gününde, bahçedeki havuzda nefes tutma yarışı yapmaktan daha ilginç şeyler olduğuna da kanaat getirmiştim artık!

Bahçeye indim. Sonradan harika bir alışkanlık haline geleceği üzere çimenlerin üzerine oturdum. Batan güneşin kızıla boyamakta olduğu, bu büyük, muhteşem dağa, dinlediğim hikayelerin de etkisiyle büyülenmiş vaziyette, uzun uzun baktım. Onunla başbaşaymışım gibi hissettim, onu sevmeye başladığımı anladım, içime sevimli bir sıcaklık yayılıyordu ve gözlerimin önüne dökülen saçlarımın arasından görmekte olduğum bu yeni ama yaşlı arkadaşa bakarak kendime bir söz verdim:

Birgün mutlaka ona tırmanacak, onu daha yakından tanıyacaktım!..."