10 Temmuz 2015 Cuma

İNSAN TÜRÜNÜN TARİHİNDEKİ EN BÜYÜK HATA

Kaynak, adilhan.com

Orjinali

İnsan Türünün Tarihindeki En Büyük Hata
(The Worst Mistake In The History Of The Human Race)

Bilim, kendimiz hakkında sahip olduğumuz abartılı imajda tarih boyunca pek çok kez dramatik boyutta değişikliklere sebep oldu. Astronomi gösterdi ki dünyamız evrenin merkezi değil, aksine milyarlarca gök cisminden sadece bir tanesi. Biyolojiden öğrendik ki bedenimiz bu haliyle bir anda (damdan düşer gibi) yaratılmadı, milyonlarca tür ile birlikte evrimleşen canlı türlerinden sadece birisiydi. Şimdiyse arkeoloji bir kutsal inanışı daha yıkıyor: İnsanlığın son milyon yıllık tarihinin uzun bir ilerleme hikayesi olduğu inanışı. Özellikle de son bulgular, aslında daha iyi bir hayata ulaşmamızı amaçlayan tarıma geçiş kararımızın, bizi asla kurtulamadığımız  bir felakete sürüklediğini gösteriyor. Tarım ile birlikte varlığımızı lanetleyen büyük sosyal eşitsizlik, cinsiyet eşitsizliği, hastalıklar ve despotizmle tanıştık.


İlk başta bu yenilikçi yorumun karşısında olan kanıtlar günümüzde reddedilemez gibi görünebilir. Neredeyse her alanda orta çağ insanlarından daha ilerideyiz, onlar mağara adamlarından daha ilerideydi, mağara adamları da insansı primatlardan. Sadece avantajlarımıza bakalım. Tarihteki en çeşitli ve bol gıda kaynaklarına sahibiz, en iyi aletler ve malzeme bizim, çok daha uzun süre yaşıyoruz. Çoğumuz açlık ya da yırtıcı hayvan gibi tehlikelerden uzak. Enerjimizi petrol ve makinelerden sağlıyoruz, terleyerek değil. Günümüzde herhangi bir teknoloji karşıtı bile hayatını bir mağara adamı, orta çağ köylüsü ya da insansı maymun ile değişir miydi?
Geçmişimizin büyük kısmında avcılık ve toplayıcılık ile geçiniyorduk: Vahşi hayvanları avlıyor ve yabani meyve – sebzeleri topluyorduk. Filozofların geleneksel olarak nahoş, kaba ve kısa bir hayat olarak gördükleri bir hayat türü. Bu görüşe göre aç kalmamak için her gün nefes almaksızın yeni bir mücadele başlıyordu, çünkü  hiç bir besin yetiştirilmiyor ve çok azı saklanabiliyordu. Bu ‘zavallı’ durumdan kaçışımız sadece 10 bin yıl önce mümkün olmuştu, dünyanın değişik kısımlarında bitkiler ve hayvanlar evcilleştirilmeye başladığında. Tarım devrimi günümüze kadar geldi ve sadece az sayıda avcı & toplayıcı kabile kaldı.

Benim de yetiştiğim ilerlemeci (progressivist) bakış açısından bakıldığında “Neden avcı toplayıcı atalarımızın tamamına yakını tarıma geçiş yaptı?” sorusu saçma bir soru olarak gözükür. Elbette tarımı benimseyeceklerdi çünkü tarım, daha az emekle daha çok besin elde etmeyi sağlamanın verimli bir yoluydu. Ekilmiş tohumlar aynı boyutlardaki bir arazide dağınık olarak bulunan yabani kökler ve yemişlerden çok daha fazla mahsül veriyordu. Yemiş aramaktan ya da yabani hayvanları kovalamaktan yorgun düşmüş bir avcı toplayıcı topluluk hayal edin, bunların bir tarlayı ya da otlaktaki bir evcil koyun sürüsünü gördüğünde tarımın avantajlarını anlaması kaç milisaniye sürerdi?

Hatta ilerlemeci görüş, bir kaç bin yıl önce sanatın ortaya çıkmasını da tarımın faydalarından biri olarak anlatacak kadar ileriye gider. Mahsüller saklanabildiği için, ve bir meyveyi bahçeden toplamak yabanda aramaya göre daha az vakit aldığı için tarım bize avcı toplayıcıların asla sahip olmadığı boş zamanları vermişti bu görüşe göre. Böylece Parthenon’u inşa etmemizi ve B-Minör Ayin’i bestelememizi sağlayan tarımdı.
İlerlemeci görüş gerçekten iddialı gözükse de, ispatı aslında gerçekten zor. 10 bin yıl önce insanların hayatlarının avcı toplayıcılığı bırakıp tarıma geçerek iyileştiğini nasıl ispat edeceksiniz? Yakın zamanda, arkeologlar ilerlemeci görüşe (şaşırtıcı şekilde) hiç de uymayan sonuçlara dolaylı testler sonucunda ulaşmaya başladı. Dolaylı testlere bir örnek: Yirminci yüzyıl avcı toplayıcıları gerçekten de günümüz çiftçilerine göre daha mı kötü durumda? Örneğin dünyanın değişik bölgelerine yayılmış düzinelerce -sözde ilkel- gruplardan biri olan Kalahari Çalı adamları (Bushmen) hayatını bu şekilde devam ettirmekte. Gerçek öyle ki bunlar çiftçi çağdaşlarına göre çok daha fazla boş vakte sahipler, çok daha iyi uyuyabiliyorlar ve çiftçilikle geçinen komşularından çok daha az çalışıyorlar. Örneğin yemek edinmek için harcanan süre Çalı adamları için haftada 12 ila 19 saat,  Tanzanya’daki Hadza göçebe grubu için de 14 saatin altında. Bir Çalı adamına neden komşu kabile gibi tarım yapmadıkları sorulduğunda cevabı şu olmuştu: “Neden tarımla uğraşalım ki? Dünyada bu kadar çok mongongo cevizi varken.”

Çiftçiler pirinç ve patates gibi yüksek karbohidrat içeren besinlere yoğunlaşırken, günümüz avcı toplayıcılarının yabani meyve-sebze ve hayvani gıdalardan oluşan diyeti çok daha fazla protein ve çok daha dengeli bir besin karması oluşturmakta. Bir çalışmada Çalı adamlarının günlük besin alımında 2140 kalori ve 93 gram protein bulunduğu ortaya çıktı. Bu miktar onların beden ağırlığına göre önerilenden de daha fazlaydı. 75 türün üzerinde yabancı bitkiyle beslenebilen Çalı adamlarının, 1840 patates kıtlığında binlercesi hayatını kaybeden (tek bir gıdaya bağlı yaşadığı için, ç.n.) İrlandalı çiftçiler gibi açlığa mahkum olarak ölebileceklerini düşünmek neredeyse imkansız.
Sonuç olarak en azından hayatta kalan avcı toplayıcıların yaşamı hiç de nahoş ve tatsız değil, üstelik çiftçi komşularının onları en kötü topraklara sürmüş olmasına rağmen. Ancak günümüzün avcı toplayıcıları son binlerce yıldır çiftçi komşularıyla omuz omuza yaşadıkları için bize tarım öncesi gerçek koşullar hakkında sağlıklı bilgi veremez. İlerlemeci görüş uzak geçmiş hakkında kesin bir yargıda bulunuyor: “Tarıma geçtikten sonra ilkel insanların yaşam koşulları da iyileşti.” Arkeologlar bu geçişin tam olarak ne zaman olduğunu tarih öncesi atık alanlarındaki bitki kalıntılarını yabani olanlar ve yetiştirilmiş olanlar şeklinde ayrıştırarak tespit edebiliyor.

Tarih öncesi çöpleri üretenlerin sağlık durumu nasıl tahmin edilebilir, ve böylece ilerlemeci görüş doğrudan sınanabilir?  Bu soru ancak geçtiğimiz yıllarda yanıtlanabilir hale geldi. Paleopatoloji adlı bilim dalı sayesinde. Bu bilim dalı tarih öncesi beden kalıntılarındaki hastalık belirtilerini inceliyor.
Bazı şanslı durumlarda, paleopatologlar neredeyse günümüzdeki bir patolog kadar çalışma malzemesine sahip olabiliyor. Örneğin, arkeologlar Şili çöllerinde sağlık durumları otopsiyle belirlenebilecek kadar iyi durumda mumyalaşmış bedenler buldu (Discover, Ekim 1987). Ve Nevada’nın nemden uzak mağaralarında yaşamış Amerikan yerlilerinin atıkları bağırsak kurtlarının ve diğer parazitlerin tespitini mümkün kılacak kadar iyi durumdaydı.

Çoğunlukla yapılacak bir çalışma için tek kalıntı insanların iskeleti olur, ancak iskeletlerden de şaşırtıcı miktarda çıkarım yapılabilir. Öncelikle bir iskeletten sahibinin cinsiyeti, ağırlığı ve yaklaşık yaşı anlaşılabilir. Pek çok iskeletin bir arada bulunduğu ender durumlardaysa, hayat sigortası şirketlerinin yaptığı gibi yaşa bağlı ölüm riski tabloları hazırlanabilir. Paleopatologlar değişik yaşlardaki iskeletlere bakarak büyüme oranlarını hesaplayabilir, diş minesi hasarları için dişleri inceleyebilir (çocukluktaki beslenme bozukluğu göstergesi), anemi yüzünden kemiklerde kalan izlere bakabilir, tüberküloz ya da diğer hastalıkları tespit edebilir.
Paleopatologların iskeletlerden elde ettiği çıkarımlar arasında tarih boyunca insan boyundaki değişim öne çıkmakta. Yunanistan ve Türkiye’de buzul çağının sonlarından kalan iskeletlere bakıldığında erkekler için ortalama uzunluk cömert bir rakam olan 1,75 m ve kadınlar için de 1,65 m idi. Tarıma geçişle birlikte boylar dramatik şekilde kısaldı; M.Ö. 3000’e gelindiğinde erkekler için ortalama 1,60 m ve kadınlar için 1,52 m. Klasik dönemde boy uzunluğu hafif derecede arttı, ama günümüzde Yunanlılar ve Türkler hala uzak geçmişteki atalarının ortalama boy uzunluğuna erişmiş değil.
Paleopatolojinin diğer bulgularından birisi de Ohio ve Illinois nehir vadilerindeki Amerikan yerlisi iskeletlerinden elde edildi. Dickson Mounds adı verilen yerde arkeologlar yoğun darı tarımının sağlık durumuna etkisini gözleyebilecekleri M.S. 1150 civarından kalma 800’den fazla iskelete ulaştılar. Massachusetts Üniversitesi’nden George Armelagos ve meslektaşlarının çalışmaları bu erken tarımcıların yeni hayat tarzlarından dolayı ciddi bir bedel ödediklerini ortaya koydu. Kendilerinden önceki avcı toplayıcılarla kıyaslandığında gıda eksikliğinden kaynaklanan diş minesi hasarları %50, demir eksikliği kaynaklı anemi 4 kat, mikrobik hastalık nedenli kemik lezyonları 3 kat daha fazla gözleniyordu. Ayrıca ağır fiziksel çalışma kaynaklı omurga hasarları da yine sadece bu grupta gözleniyordu. Tarım öncesi toplumda ortalama yaş beklentisi 26 iken tarım sonrasında bu 19 yaşa iniyordu. Yani dengesiz ve yetersiz beslenme ile tarım kaynaklı mikrobik hastalıklar bu grubun hayatta kalmasını zorlaştırıyordu.

Kanıtlara bakıldığında bu Amerikan yerlisi gruplarının tarıma geçişi bir tercihten çok zorunluluktu. Çünkü sayıları hızlı bir şekilde artıyordu ve bu nüfusu doyurmak gerekiyordu. “Çoğu avcı toplayıcının mecbur kalıncaya kadar tarıma geçtiğini düşünmüyorum. Geçtiklerinde de miktarı kaliteye tercih ettiler.” diyor Tarımın Kökeninde Paleopatoloji adlı kitabı Armelagos ile birlikte yazan Mark Cohen: “10 yıl önce bu iddiamı pek kimse desteklemiyordu. Ama şimdi genel kabul gören, ve tartışma yaratan bir fikir haline geldi.”
Tarımın sağlığa kötü etki yaptığını anlatan en az üç grup neden var. İlk olarak, avcı toplayıcılar çok çeşitli beslenirken, erken dönem tarımcılar az sayıda nişastalı ekin türüyle idare ediyordu. Tarımcılar beslenmedeki kalite düşüşü karşılığında daha ucuz kaloriler elde ettiler (Bugün sadece 3 karbohidrat bazlı gıda — buğday, pirinç ve mısır — insan türünün kalori alımının büyük çoğunluğunu oluşturuyor ve üçü de yaşam için gerekli vitamin ya da amino asitler bakımından yetersiz). İki, tarımcılar az sayıda ekin türü ektiği için ekinlerden birisinde sorun çıkması durumunda açlık riskiyle karşı karşıya kalıyorlardı. Son olarak, tarım giderek daha kalabalıklaşan yerleşimleri teşvik ediyordu ve komşu yerleşimler arasındaki ticaret nedeniyle parazitler ve bulaşıcı hastalıklar yayılıyordu. Nüfus dağınık ve hareketli halde olduğunda salgınlar tutunamıyordu. Tüberküloz ve ishal tarımla birlikte yaygınlaştı, kızamık ve veba gibi salgınlar ise büyük şehirler ile birlikte.
Beslenme bozukluğu, açlık ve salgınlar dışında, tarım insanlık üzerine başka bir lanet daha getirdi: derin sınıf ayrımları. Avcı toplayıcılar yiyecek stoklamıyordu ya da çok az stokluyordu, konsantre besin yetiştirebilecekleri tarla ya da sürülere sahip değillerdi: günlük olarak avladıkları hayvanlara ya da topladıkları yabani besinlerle hayatlarını sürdürüyorlardı. İşte tam da bu yüzden sırtını diğerlerlerinden elde edilen bol miktarda besine dayayarak semirmiş kralları ya da sosyal parazitleri yoktu. Yalnızca tarımcı bir toplumda hastalıktan kırılan hasatçı kitlelerin sırtından geçinen sağlıklı ve hiç birşey üretmeyen elitler oluşabilirdi. Antik Yunan’daki Mycenae’de bulunan M.Ö. 1500 yılından kalma kemiklere bakıldığında, kraliyet mensuplarının sıradan halka göre daha sağlıklı ve daha iri yapılı oldukları gözleniyordu. Örneğin dişlerinde ortalama 6 çürük yerine 1 çürük bulunuyordu. Şili’de de benzer şekilde elitlerin iskeletleri sadece üzerlerindeki takılardan değil, kemiklerinde 4’te 1 oranında daha az lezyon görülmesiyle ayrışıyordu.

Beslenme ve sağlık durumu arasındaki benzer karşıtlıklar bugün küresel ölçekte gözleniyor. ABD gibi zengin ülkelerdeki insanlara avcı toplayıcılığın erdemlerini övmek gülünç olabilir. Fakat Amerikalılar da elittir, kötü sağlık koşullarına sahip zayıf beslenme düzeyindeki ülkelerden elde edilen petrol ve minerallere dayandığı için. Etyopya’da bir tarla işçisi olmakla Kalahari’de sağlıklı bir avcı toplayıcı olmak arasında seçim yapmak gerekse hangisi seçilirdi?

Tarım cinsiyetler arasındaki eşitsizliği de körüklemiş olabilir. Göçebe hayattaki bebeğini taşıma zorunluluğu da ortada kalmadığı için, tarlada daha fazla ele ihtiyaç olduğundan avcı toplayıcı hemcinslerine göre çok daha fazla doğum yapan tarım kadınının bu nedenle sağlığı da çok daha kötüleşiyordu. Örneğin yine Şili’deki mumyalarda kemik lezyonları kadın iskeletlerinde çok daha fazla görülüyordu.
Tarım toplumlarında sıklıkla kadın eziyet nesnesi olmuştur. Günümüzün Yeni Gine tarım toplumunda çoğu zaman kadınlar ağır meyve-sebze ve odun yükleri altında ezilirken erkekler elleri boş gezerler. Yeni Gine’de kuş gözlemi için bulunduğum bir sırada köylülere bazı yükleri havaalanından kampıma taşımaları için ödeme yapmayı önermiştim. Ağır pirinç çuvallarının bulunduğu erzağı öncelikle erkeklere dağıttık. Kampa ulaştıklarında en hafif yükleri erkekler taşırken en ağırlarını zorlukla kadınlar taşıyordu.

Sanatın oluşmasında boş vaktimiz olmasını sağladığı için tarımın etkisi olduğu iddiasına gelince, günümüzdeki avcı toplayıcılar en az tarımcılar kadar çok boş zamana sahipler. Boş vaktin bu kadar vurgulanmasının yanlış yönlendirici olduğunu düşünüyorum. Eğer isteselerdi, gorillerin kendi Parthenon’larını inşa edecek kadar boş vakitleri vardı. Tarım sonrası teknolojik gelişmeler yeni sanat türlerini ve eserleri saklama yöntemlerini ortaya çıkarmış olsa da, 15.000 yıl önce de avcı toplayıcılar tarafından muhteşem sanat eserleri üretiliyordu. Son yüz yılda bile Inuitler ve Kuzeybatı Amerikan yerlileri tarafından çok değerli sanat eserleri ortaya konulmaktaydı.
Böylece tarımın ilerlemesiyle elitler çok daha iyi duruma geldi, ama insanlığın büyük kısmının koşulları daha da kötüleşti. İlerlemeci görüşün iddia ettiği üzere tarımı bizim için iyi olduğundan dolayı benimsediğimizi kabul etmek yerine, yan etkilerine rağmen nasıl onun tuzağına düştüğümüzü sormamız gerekiyor.

Yanıtlardan biri “Güçlü olan haklıdır” deyişinin özüne iniyor. Tarım avcı toplayıcılığa göre çok daha fazla insanın yaşamasını destekleyebiliyor, daha düşük bir hayat kalitesinde olsa da. Avcı toplayıcıların ortalama nüfus yoğunluğu 10 mil karede 1 kişi iken, tarımcı topluluklarda bu rakam 100 katına ulaşıyor. Kısmen bunun nedeni bir ekili alanın aynı miktarda ormana göre çok daha fazla kişiyi besleyebilmesi. Ve kısmen, çünkü avcı toplayıcıların çocukları büyümeden yeni çocuk yapmaları imkansız. Tarımcı kadınların ise böyle bir kısıtlaması yok, iki yılda bir doğurabilirler.

Buzul çağının sonlarına doğru avcı toplayıcıların nüfusları arttıkça bir karar noktasına geldiler, ya tarımı seçerek büyüyen nüfusu besleyeceklerdi, ya da nüfus artışını bir şekilde sınırlandıracaklardı. Bazı gruplar lanetli etkilerini tahmin edemeden ilk çözümü seçti, yiyecek bollaşmasındaki geçici refah artışı tarafından baştan çıkarıldılar, ta ki nüfusları besin üretimiyle birlikte hızla artana kadar. Bunlar çok fazla ürediler ve bir süre sonra yollarına çıkan avcı toplayıcı kalmayı tercih eden grupları ya sürdüler ya da öldürdüler. Çünkü ne kadar kötü beslenmiş olsa da 100 tarımcı 1 sağlıklı avcı toplayıcıyı yenebilirdi. Avcı toplayıcıların hepsi hayat tarzlarını bıraktı denemez, ama tarımcıların istemedikleri arazilere kadar sürüldüler.

Tam bu noktada genel bir şikayeti hatırlamak gerekir; arkeolojinin bir lüks olduğu, uzak geçmişle ilgilendiği ve bugün için hiç bir ders çıkarmadığı şikayeti. Tarımın yükseliş dönemi üzerine çalışan arkeologlar insanlık tarihindeki en büyük hatayı yaptığımız kritik dönemi yeniden inşa ettiler. Ya nüfus artışını sınırlayacaktık, ya da tarım yaparak besin üretimini arttıracaktık. İkinci yolu seçtik; açlık, savaş ve despotizmle son bulduk.

Avcı toplayıcılar insanlık tarihindeki en uzun süreli ve en başarılı hayat tarzını sürdürdü. Şu anda aksine, tarımın bizi sürüklediği karmaşık sorunlarla uğraşıyoruz ve bunları çözeceğimiz meçhul. Benim dünyayı ziyaret eden bir uzaylı olduğumu ve arkadaşlarıma insanlık tarihini anlattığımı düşünün. Her bir saatin 100 bin yılı temsil ettiği 24 saatlik bir gün ile anlatıyorum. İnsanlık tarihi 24 saat önce geceyarısı başladı ve şu anda bir günün sonundayız. Neredeyse bütün günü avcı toplayıcı olarak yaşadık, ve tam saat 23.54’te tarım yapmaya başladık. İkinci geceyarımız yaklaştığında, kıtlıktan kurtulamayan köylülerin yoklukları hepimizi yutacak mı? Yoksa kendini bizden saklayan tarımın gösterişli yüzünün arkasındaki baştan çıkarıcı kutsal meyvelerini bir şekilde elde edecek miyiz?

Hiç yorum yok: